Hayalet Kral | Bölüm VII - Kayıp Toprakların Peşinde (17 Ağustos 2013)

Users who are viewing this thread

Trcaptain said:
Of tam burda bitirilir mi ya  :grin: Hikayen mükemmel.Valla heyecanlandım okurken  :grin:

Teşekkür ederim =)

Gelecek bölümlerin sinyali oldu bu bölüm. Yenileriyle birlikte kasvet dağılacak ve aksiyon dolu bölümler karşınızda olacak.
 
Üstadım harikasın yine :smile: geçen aksiyon yok ama gerek yok demiştim bu sefer aksiyon da koymuşsun ve resmen '' işte aksiyon dediğin böyle olur '' demişsin. Tebrik ediyorum. :smile:
 
Bronzsoldier said:
Üstadım harikasın yine :smile: geçen aksiyon yok ama gerek yok demiştim bu sefer aksiyon da koymuşsun ve resmen '' işte aksiyon dediğin böyle olur '' demişsin. Tebrik ediyorum. :smile:

Teşekkür ederim =) Togre'nin uzaklaşması, hikayeye iki ayrı boyut kazandırdı. Yani artık daha geniş, kapsamlı bir hikaye ve haliyle aksiyon kaçınılmaz olacak.

Yeni bölüm yarın yayınlanacak.
 
Merhabalar,

6. bölüm ile kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Keyifli okumalar.

Bölüm VI – Masum ve Ümitsiz

-Annemi istiyorum!

Bütün koridorlar bu sözle yankılanıyordu. Togre’nin elinden alınan ve tek başına kalan Konen, bu tanımadığı insanlara hiç alışamamıştı, korkuyordu. Hepsi sanki kendisine zarar verecekmiş gibi Konen’e sert bakışlar atarak susturmaya çalışıyordu ama tüm çabaları nafile idi.

Togre’nin, Sharwa Kalesi’nden ayrılışı bir haftayı bulmuştu. Henüz ufacık bir çocuğu zindana koymak imkânsız olduğu için, hapishanenin aşçılarına teslim etmişlerdi Konen’i. Fakat yalnız kaldığı günden beridir bir türlü susmuyor, sürekli ağlıyor ve bağırıyordu. Zaten kelime dağarcığının az ve sadece Kergit diline özgü olması daha başka sorunlara yol açmaktaydı.

Bir haftalık sürede oldukça hırçınlaşmış ve o masum yüz ifadesinden kurtulmuştu. Bazen yemek götüren çalışanlara bile sataşmaktan kaçınmıyordu. Ama bu ufacık boyuyla yapabileceği tek şey, gözüne kestirdiklerine sinek ısırığı gücünde tekme ve yumruk atmaktan başka bir şey değildi.

Ama yine de bu hırçın tavırlarına rağmen içindeki temizliği görebilen biri vardı. Onu uzaktan izleyen ve ona her bakışında farklı duygular hisseden biri. Yine uzaktan Konen’e dalmış ve türlü düşüncelerle baş başa kaldığı sırada;

-Prensesim?

+Ah! Ödümü patlattınız.

-Bağışlayın efendim.

Konen’i uzaktan izleyen kişi, Sharwa Emiri’nin kızıydı. Babasının bu çocuğa neler yaptırdığını kaleye ilk geldiğinden bu yana takip etmekteydi. Aslında Konen, hem emir, hem de kale için gereksiz bir yüktü. Ancak Prenses, babasını ikna ederek hayatını kurtarmış ve geçici süreliğine hapishane görevlilerinin yanında kalmasını sağlamıştı. Çünkü o, babası gibi değildi. Gaddar, para ve güç hırsına sahip bir kişiliği yoktu ve hiç olmamıştı. Kimi zaman hapishaneye gizlice girip, ölüme terk edilen mahkumlara yardımcı olacak kadar ileri gidebiliyordu.

-Yine o çocuk mu?

+Bu sizi ilgilendirmez.

-Bağışlayın. Ancak babanızın emirleri…

+Yeter. Lütfen yanımdan gidiniz.

-Peki, Prensesim. Bağışlayın.

Babasının kurduğu kirli ama orta çağ için normal olan bu ticaret ağının hor gördükleri, yaşayan ölülerden farksızdı. Hepsine acıyordu. Çünkü onların kaderleri yanlış yazılmıştı, bir yanlış vardı. Bazı insanlar varlık içinde yaşasın diye birer çöp gibi haksızca kenara itiliyor ve tüm umutları ellerinden alınıyordu. Onlar kesinlikle masumdu. Haydut esirleri dinç ve zinde oldukları için köle ticaretinin en önemli parçalarıydı Sharwa Emiri için. O nedenle geriye kalan vasıfsız kısım daha yolun başında kenara bırakılıp, tüm yaşama azimleri ellerinden alınmaktaydı.

Babasının yaptığı ticaret ile ilgili asla konuşmazdı, merak da etmezdi. Sonuçta soyluların yaşam anlayışı sıradan insanlardan daha farklı ve gaddarca idi. Bunun en iyi örneği olan babası Sharwa Emiri, kalenin tüm haklarına sahip olabilmek için henüz genç yaşta yedi kardeşini de acımadan öldürmüştü. Mal, mülk kavramları işin içinde oldukça, soyluların dini de, yaşama amaçları da bu denli sert acımasızcaydı.

Bunu bilen Prenses, babası ile arasının açılmaması için daha ılımlı bir şekilde yaklaşıyor, ama yine de her geçen gün içinde daha büyük nefretler beslemeye devam ediyordu. Özellikle hala daha aydınlatamadığı bazı sırlar aklını o kadar kurcalıyordu ki, kendisini kontrol edemeyip yanlış bir şey yapmaktan çekiniyordu.

Ama bu aralar aklında daha önemli bir şey vardı. O da bu masum çocuktu. Daha fazla uzaktan izlemek istemiyor, onu yanında görmek, bir kere olsun yanaklarını sıkmak istiyordu. Ama babası tüm kale görevlilerine, kızının esirler ile asla görüşmemesi hususunda sıkı bir tembih yapmıştı. İçindeki sesle mi hareket etmeli, yoksa bu gizli saklı köşelerden göz ucuyla onu izlemeye devam mı etmeliydi?

Prenses kendisi ile çelişirken, Sharwa Emiri de büyük salonda özel bir ziyafet hazırlatıyordu. Bu seferki klasik tüccar ziyafeti değildi. Konukları daha değerli ve önemli kişilerdi. Ziyafet özellikle kızı için daha fazla önem taşıyordu. Çünkü gelenler kızının müstakbel nişanlısı Kergit Noyanı Asugan ve yanındaki bazı önemli Kergit tüccarlarıydı. Kızını ticaret için bir maldan farksız görmeyen Sharwa Emiri, Tulga şehri üzerinden başlayacak yeni ve gizli bir köle ticareti için en etkili kozun bir evlilik olacağına karar vermişti. Asugan Kalesi ise Tulga üzerinden gelecek yeni ama gizli olacak olan köle ticaretini gözetleyecek tek yerdi. Sarranid topraklarına ulaşmadan önceki son Kergit karakolu orasıydı. Bu nedenle kızını, Asugan Kalesi Noyanı ile evlendirerek ticaret sahasını genişletecek ve gücünü daha ileri noktalara taşıyacaktı.

Sharwa Emiri hazırlıkları incelediği sırada ortalıkta göremediği kızını merak etti;

-Mahela nerede?

+Bilmiyoruz efendim.

-Ne demek bilmiyoruz! Akşam olmadan önce nişanlısı ve onun değerli dostları buraya teşrif edecekler, ama siz asıl burada olması gereken kişinin nerede olduğunu bilmiyorsunuz.

+Hemen gidiyoruz efendim.

-Çabuk!

Aynı anda Prenses Mahela’nın yanından uzaklaştırdığı yardımcısı, olan biteni anlatmak için Sharwa Emiri’nin yanına geldi. Emiri selamladı ve;

-Değerli Emir hazretleri…

+Şimdi konuşamam, işim başımdan aşkın.

-Efendim kızınızla ilgili bir konu var.

+(Durdu ve kadına döndü) Nedir?

-Efendim, kızınız izinsiz şekilde hapishaneye girip çıkmakta ve bazı esirlere yardım etmekte. Onu durdurmaya çalışmama rağmen beni bir türlü dinlemiyor.

Emir çılgına döndü. Kızının kendisine karşı gelmesini kabullenemiyor ve ona bir ceza vermek istiyordu. Ama yine de bunu yapması tüm planlarını alt üst edecekti. Kergit Noyanı’nın kaleye ulaşmasına fazla kalmamıştı ve kızının kısa sürede davete hazır olması gerekiyordu. Bu nedenle öfkesini dindirmeye çalıştı ve daha sakin bir şekilde;

-Git onu odasına götür. Ziyafete az kaldı. Hemen hazırlansın.

+Ama beni dinlemeyecektir efen…

-(Çok sinirli bir şekilde bağırarak) SANA, ONU ODASINA GÖTÜR DEDİM!

+E… Emr… Emredersiniz efendim.

Öfkesini bastırmak isteyen Emir, masada duran kadehi iki eliyle sıkarak kendini gevşetmeye çalıştı. Öfkesi dinmek bilmiyor ve zihni daha çok karışıyordu. Davetlileri ile konuşacağı konuları bırakıp, kızının kendisine yaptığı saygısızca davranışı düşünüyordu. Sharwa Emiri, yıllar önce yaptığı aile katliamına bir yenisi daha eklemeyi bile düşünmekte, ama bunu uyguladığı zaman doğacak sıkıntıları da analiz edebilmekteydi. En iyisi biraz temiz hava almalıydı, aksi halde kalenin kasveti de üstüne eklenmekte ve onu daha çok strese sokmaktaydı. Bu nedenle ziyafet salonundan ayrıldı ve kale avlusuna ilerledi.

Prenses Mahela’nın yardımcısı tekrar Prensesin yanına gitti. Yerinde duruyordu ve öylece dalmıştı yine. Konen’i izlemek ona rahatlık hissettiriyor ve dinlendiriyordu. O sırada yardımcısı seslendi;

-Prensesim, babanız hemen odanıza gitmenizi istiyor.

+Sana gitmeni söylemiştim. Bana karşı mı geliyorsun?

-Hayır efendim. Ancak gelen kişileri biliyorsunuz, müstakbel nişanlınız ve önemli dostları kalemize teşrif edecekler. Bu yüzden geç olmadan ziyafete hazırlanmalısınız. Babanız kızabilir.

+Babamın neler peşinde olduğunu çok iyi biliyorum. Beni adeta kendi malıymış gibi satıyor. Onun kızıyım, evet. Ama sattığı kölelerden biri değilim.

+Prensesim lütfen.

-Babam, o Kergit soylusuna gitsin ele geçirdiği köle kadınlardan birini versin. Nasılsa kanun belli değil mi? Erkek köleler satılır, kadın köleler ise babamın koynuna sokulur.

+Prensesim lütfen daha sessiz konuşun. Şimdi birileri sizi fark edecek.

Fark edilmelerine gerek yoktu. Çünkü Emir, Prensesin yardımcısının peşine taktırdığı adamlar ile kızının yerini bulmuş ve oraya ulaşmıştı. Söylenilen her şeyi duymuştu ve sonunda kendini gizlemedi;

-Baba…

+Emirim.

Sharwa Emiri, kızı ile göz göze birbirine bakmakta ve kıpırdamadan, söze ilk kimin gireceğini beklercesine bakıştılar. Emir önce davrandı;

-Mahela’yı odasına götürün.

+Emredersiniz.

Muhafızlara direnmeden bulunduğu yerden kalktı ve odasının yolunu tuttu. Sharwa Emiri ise onların arkasından odaya doğru daha yavaş ve düşünür adımlarla yol alıyordu. Odaya vardı ve içeri girdi. Kasvet had safhada, bakışlar ise birbiriyle mücadele ediyordu. Prensesin “Adalet İstiyorum” bakışlarına, Emir ise “Adaleti de, Kanunu da Ben Koyarım, Ben Karar Veririm” dercesine cevap veren bir bakış atıyordu. Sustular ve sadece birbirlerine baktılar. Kaşlarındaki çatıklıkları hiç dinmiyor ve azalmıyordu. Emir dayanamadı;

-Amacın ne?

+Hiçbir şey.

-Peki, neden dediklerime karşı çıkıyorsun?

+Ben size karşı çıkmıyorum.

-Allah Allah? O zaman etrafa bir bakayım bakalım. Belli ki başka biri daha var. Yoksa bir kişinin yapabileceği bir halt değil bu. Benimle dalga mı geçiyorsun!

+Dalga geçmiyorum, adalet istiyorum.

-Adalet mi? Babanın ağzından çıkanlar sana kural ifade etmiyor galiba.

+Saygısızlık yapmıyorum, sadece hakkım olan adalet.

-Sen kim olduğunu sanıyorsun da bunu bana söyleme cüreti gösteriyorsun.

+Söylüyorum. Çünkü ben Sharwa Emiri’nin kızıyım. Ne yani, sen güçlüsün diye kızının güçsüz, paçoz, orta yollu bir soylu malı olmasını bekliyordun?

-Ben, kızımın güçsüz olmasını istemiyorum. Ama şunu bilmelisin ki, seni sadece ben güçlü kılarım, yeri geldiğinde de ben güçsüz kılarım. Bunu kafana sok.

+Yanılıyorsun. Beni bir mal gibi Kergitlere satıyorsun. Bu mudur bana sunacağın güç? Sen gücüne güç katarken, ben bir bozkı f*hişesinden farksız olacağım. Bu mudur?

Emir artık kontrolünü kaybetmeye ve getirisi ne olursa olsun, kızına bir ceza vermeye karar vereceği sırada kapının dışından seslenen muhafızlar, Asugan Noyan ve diğer konukların kaleye yaklaştıklarını haber verdiler. Emir bu sesten sonra durdu ve sakinleşmeye çalıştı. Ziyafeti kontrol etmeli ve konuklarını beklemeliydi.

-Bak Mahela; bu kale benim ise, sen de benim kızımsan, şunu kafana sok ki ister seni satarım, istersem öldürürüm.

+Beni anlamıyorsun.

-KAPA ÇENENİ! MUHAFIZLAR! Mahela’nın tüm yardımcılarını buraya getirin. Buradan adımını atmayacak ve sadece ziyafete hazırlanacak. Siz de kapıda hazırlanmasını bekleyip, her şey tamamlandığında ziyafet salonuna getireceksiniz.

+Emredersiniz.

Emir hışımla oradan ayrıldı ve ziyafeti son kez kontrol etmek için ziyafet salonuna yöneldi. Kızının bu denli asi tavırları içindeki öfkeyi körüklüyor ve öz kızına karşı daha fazla kin gütmeye başlıyordu. Sıradan bir baba gibi olmak istemiyordu. Gücünün herkesi kapsamasını ve onu inkâr edenleri kim olursa olsun acı içerisinde öldüreceği konusunda yemin etmişti yıllar önce. Ama yine de planının işlemesi için kızının sağ olması ve bir sorun çıkartmaması gerekiyordu. Kızını ikna etmesi ve ona daha olumlu davranması belki daha etkili olabilirdi ama bu hem güçlü kişiliğine, hem yapısına, hem de işine gelmezdi. Baskı kurması ve korkutmasının daha faydalı olacağını düşünerek böyle davranmıştı. Ona göre yaptığı şey hata olamazdı. Çünkü soylular kusursuz varlıklardı. Bir el hareketi ile önünde yüzlerce kişiyi diz çöktürtebilen kudret, tabii ki her şeyin en iyisine ve en güçlüsüne layık idi onlar için.

Bunları düşünerek ilerlerken durdu, etrafına bakınmaya başladı. Yanındaki muhafızlara döndü;

-Eğilin, dedi.

Muhafızlar tereddüt etmeden eğildiler.

-Yere yatın.

Muhafızlar bu sefer tamamen yere yattılar. Ne olduğunu anlamıyorlardı.

-Beni bu şekilde takip edeceksiniz.

Muhafızlar sürünerek Emirin arkasından ilerlemeye başladılar. Kimse ne olduğunu anlamıyordu. Öbür taraftan ise Emir homurdanıyor ve kendi kendine söyleniyordu;

-İnsanlarla kukla gibi oynayabiliyorum. Gücüme kimse karşı koyamıyor ama bir kıza söz geçiremiyorum. Ah Mahela, dua et kızımsın ve planımın bir parçasının.

Muhafızlar ilk kez karşılaştıkları bu durum karşısında şaşkın şaşkın vaziyette sürünüyorlardı. Acaba Emir deliriyor muydu? Kendi kendine konuşması ve el, kol hareketleri, mimikler yapması da Emir için deli yaftası yapıştırmaya yetmişti. Muhafızlar da sessizce aralarında fısıldaşmaktaydılar;

-Derdi ne bunun?

+Soylu adamın derdi mi olurmuş. Canı sıkılmıştır kesin p*ç kurusunun. Eğleniyor bizimle.

*Hey hey! Şimdi duyacak, önünüze bakın.

Kalenin girişinde ise daha farklı telaş hâkimdi. Asugan Noyan ve yanındakiler kaleye ulaşmış ve surlardan içeri girmekteydiler. Oldukça kalabalık gelen Kergit Noyanı, yanında yüklü hediyeler getirmeyi de ihmal etmemişti.

Kalenin ana kapısına vardıklarında Sharwa Emiri bizzat karşılamak için inmiş ve bekliyordu. Kergit Noyanı ve yanındakiler atlarından indiler ve kale kapısı önündeki Emire doğru ilerlediler.

-Sefalar getirdiniz.

+Karşılamanız bizi memnun etti. Umarım getirdiğimiz hediyeler de sizi memnun eder.

-Sizin buraya ulaşmanız en büyük memnuniyet. Lütfen buyurun.

+Sevindim. Pekâlâ.

Emir, Noyan ve yanındaki misafirlerine ziyafet salonuna doğru refakat etmeye başladı. Bir yandan ayaküstü sohbet ederken, öbür taraftan yüzlerinden neşe eksik olmuyordu. Aslında ikisi de sahte gülüşler sergilediklerinin farkındaydılar ancak soylu diplomasisinin kirli ikiyüzlülüğü bozulmamalıydı. Bir kanundan farksız ve soğuk bir ikiyüzlülük... Sahte ifadeleriyle birlikte ilerlediler.

Mahela ise yardımcıları tarafından hazırlanmış ve ziyafet için salona gelmekteydi. Ziyafet salonunda eğlence başlamış ve devam ediyordu. Kapının girişinde tüm ihtişamıyla görünen Prenses, bütün ziyafete katılanların pür dikkat kendisine odaklanmalarına neden oluyordu. Herkes hayranlıkla ihtişamına kapılırken, Sharwa Emiri de gurulu bir şekilde göğsü kabarırcasına tilki misali gülümseme saçıyordu. Her şeyin yolunda gidiyor olması keyfine keyif katmakta ve kendisine olan güvenini daha da arttırmaktaydı.

Asugan Noyan, Prenses Mahela’yı bizzat kendi karşılamak için kapının girişine yöneldi. Tüm ziyafete katılanlar bu ana yönelmiş ve dikkatlice bu anı izliyorlardı. Asugan Noyan, Prenses Mahela’ya yaklaştı, elini uzattı. Prenses Mahela, yüzünde kısa bir tebessüm göstererek bir elini, Noyanın eline uzatarak tutmasına izin verdi. Tüm ziyafete katılanlar alkışlarla bu anı güzelleştirmeye çalışıyordu. Sharwa Emiri daha fazla keyiflenmişti. Tek bir kusur bile yoktu ve planı harikulade işliyordu.

Asugan Noyan, Mahela’nın elini tuttu ve sırtını döndü. Ziyafete el ele yürüyeceklerini düşünerek bir adım attığı sırada sırtında dayanılması güç bir acı ona cehennem hissi yaratıyordu. Göz bebekleri bir anda büyümüş ve bedeni olduğu gibi kalmıştı.

-AHH!!!

Prenses Mahela, Asugan Noyanı sırtından bıçaklamıştı. Tüm ziyafete katılanlar, Noyanın bu çığlığıyla buz kestiler ve donarak kaldılar. Herkes şaşkın, herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Prenses Mahela ise bıçağı daha fazla bastırmakta ve Noyanın daha fazla acı çekmesini sağlıyordu. Asugan Noyan dayanamadı ve yere yıkıldı. Yerde kıvranıyor ve yardım istiyordu.

Sharwa Emiri bilincini yitirmiş bir halde tüm olan bitenin bir rüya olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı, bu yapılamazdı. Her şey mahvolmuştu, her şey gözlerinin önünde, hiç ummadığı şekilde mahvolmuştu. Elindeki kadehi farkında olmadan düşürdü, bir anda irkildi. Etrafına bakmaya ve bunların gerçek olduğuna inanmamaya çalışıyordu ama nafileydi. Gözlerinin önünde, diplomatik bir facia yaşanmıştı. Bu sadece kendisinin değil, ülke adına da yaşanacak diplomatik bir kargaşanın da başlangıcı olacaktı.

-Asugan Noyan!

+Lordum!

*Efendim!

Ziyafetteki tüm Noyan muhafızları Noyanın bulunduğu yere doğru koştular. Mahela ise kendindeydi, koridorlara doğru kaçmaya başladı. Sharwa Emiri, kaçan kızını gördü ve muhafızlarına emir verdi;

-YAKALAYIN ŞU KAHPEYİ!
 
Yine çok güzel bir bölüm. :grin:.Daha önce kitap mı yazdın?Çok akıcı ve çok sürükleyici hikayelerin.Aynı bir yazar gibi yazıyorsun.Devamını bekliyorum.
 
Trcaptain said:
Yine çok güzel bir bölüm. :grin:.Daha önce kitap mı yazdın?Çok akıcı ve çok sürükleyici hikayelerin.Aynı bir yazar gibi yazıyorsun.Devamını bekliyorum.

Teşekkür ederim =)

Daha önce hiç kitap yazmadım. Sadece hayal gücümü kurcalıyorum ve neyi istiyorsam onu yansıtıyorum. Öncelikle hikaye için ayırdığım defterimde kendimle baş başa kalarak sakince yazıyorum. Ardından klavyenin başına geçip, yazdıklarımı temize çekiyorum.

Hepsi budur =)

Lord Ali said:
güzel hikaye... :grin: :grin: :grin:

Teşekkür ederim =)
 
Merhabalar,

7. bölüm ile kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Keyifli okumalar.

Bölüm VII – ve Son?

Başaramamıştı. Ani ve düşüncesiz kararları, yaşamını sekteye uğratmaya devam ediyor ve direncini yine o eski haline döndürüyordu. Başarısızlığın vermiş olduğu ağır yük, ruhu gibi bedenine de işliyordu. Ağır kırbaç darbeleriyle daha çok ölüyor ve umudunu yitiriyordu. Kırbaç vücuduna her dokunduğunda cehennemin alev yığını bir sonsuzluk olduğunu, kırbaç havaya kalkıp tekrar sırtına inmede önce hissettiği o soğuk acı ise, cehennemin ne kadar soğuk ve dondurucu olduğunu iliklerine kadar hissettiriyordu. Düşünceleri artık özgürlükten çok uzak ve ölüme daha yakın şeyleri kapsamaktaydı. Tükenmişti, ama yine de bir şans olduğunu kendisine hissettirmiş ve şansını denemişti. Ancak olmadı, yine başaramadı. Kaderin acımasız gücüne yeniden boyun eğmişti.

Yakalanmasının üzerinden geçen iki gün boyunca acımasız işkenceler eksik olmuyordu Togre için. Bir gün sonra ise Bariyye mahkemesinde yargılanacaktı. Öldürdüğü adamın karısı, olaydan sonra her şeyi askerlere söylemiş ve yakalanan Togre’nin, kocasını öldürüp kaçtığını anlatmıştı. Bir esir olarak bulunduğu yerden kaçması da suçlarını ikiye katlıyor ve alacağı cezanın boyutlarını daha yukarılara çıkarıyordu.

Bulunduğu yerin dışında ise yarın Togre için yapılacak mahkemenin hazırlıkları yapılıyordu. Mahkemeye katılacak kişiler arasında Bariyye Emiri ve diğer üst düzey kişilerin de olması, işlenen suçun ve verilecek cezanın boyutlarını anlatmaya yetiyordu. Sarranid topraklarında başka bir kişinin canına kast etmek ağır bir cezaya tabi tutulmaktaydı. Bu ceza kuşkusuz ki idam cezasıydı. Yarın Togre’yi bekleyen acı gerçek de büyük olasılıkla o cezadan başka bir şey olmayacaktı.

Zaman hızla ilerliyor ve mahkeme vaktine gittikçe yaklaşılıyordu. Togre, aldığı kırbaç darbeleriyle bitkin düşmüş ve çoktan bayılmıştı. Fazla baygın kalmadan kısa süre sonra gözlerini açtığında, zindanın yüksek penceresinden gelen ışık huzmesi henüz havanın karanlık olduğunu gösteriyordu. Göz ucuyla o ışık huzmesine doğru baktı durdu. Çünkü biliyordu ki, o karanlıktan gelen ışık, aydınlığa dönüştüğü zaman en büyük felaketi onu bekliyor olacaktı. Umutlarını tamamen yitirmiş ve zerre tat alamıyordu yaşamaktan. Belki de bir ödül olacaktı onun için, bir kurtuluş, bir şans. Belki de farklı boyutlara varacak ve yeni bir yaşama yelken açacaktı.

Işık huzmesine odaklanırken, aklına Konen geldi. Yine istediğini yapamamış ve ona uzaktan da olsa gerçek bir manevi güç ulaştıramamıştı. Olmuyor, başaramıyordu. Her şey sanki kendisi için değil de, onun için yanlış gidiyordu. Sanki hayat, Konen’i yanından bilerek veya doğru yaptığına inanarak ayırıyordu. Belki de en doğrusunu kaderleri biliyor ve olması gerektiği gibi çiziyordu yaşam çizgilerini. Ama böyle davranması için ne yapmışlardı? Daha fazla dikkatini toplayamadı ve tükenen gücüne yenik düşerek uyudu kaldı.

-Togre.

+Konen?

-Togre.

+Konen! Hadi bana doğru gel.

-Togre gitme.

+Buradayım işte, hadi buraya gel.

-Togre neden gidiyorsun?

+Konen buradayım, hadi gel.

-Togre çok uzaklaşıyorsun.

+Konen, hayır, uzaklaşma buraya gel, Konen!

-Togre beni neden bıraktın?

+Konen, bir daha gitmeyeceğim, söz veriyorum.

-Togre gitme…

+Konen, konen… KONEN!

Korku içinde uyandı. Tüm gördükleri gerçekten farksız bir rüyadan ibaretti. Bilinci sadece onunla dolmuş ve rüyalarına kadar işlemişti. O sırada bir muhafız apar topar Togre’yi ayağa kaldırdı ve zindandan dışarıya çıkarttı. Güçlükle yürümekte ve bedeni uyku mahmurluğuyla birlikte daha zor hareket etmekyeydi. Koridorlarda ilerlediler ve hapishanenin kapısından dışarıya çıktılar. İki gündür görmediği güneş, Togre’yi daha fazla yoruyordu. Karanlığa çok alışmış ve hayatın aydınlığını hissetmeyi çoktan unutmuştu. Durdu, içine derin bir hava çekti. Muhafızlar itekleyerek Togre’yi yeniden yürüttüler.

Mahkemenin kurulduğu meydanda ise şehirdeki ahali etrafta toplanmış, önemli Bariyye asilleri ve görevlileri kendileri için ayrılan yerlere geçmişti. Bariyye Emiri ise geçirdiği rahatsızlık nedeniyle gelmeyeceğini söyleyerek mahkemeye katılmamıştı. Bu yüzden protokol zırvalıklarına gerek kalmadan mahkemenin kısa sürede yapılmasına karar verdiler.

Togre meydana ulaştı ve Bariyye hâkimlerinin huzuruna çıkmak için durdu.

-Bir adım öne çık ve orada dur, dedi baş hâkim.

Togre anlamıyordu. Kısa süre sadece baş hâkim ile bakıştılar durdular. Baş hâkim sinirlendi;

-Sana bir adım öne çık ve orada dur demiştim.

+Sizi anlamıyorum.

Baş hâkim durumu fark etti. Suçlu, Kergit dili konuşuyordu ve belli ki Sarranid lisanı bilmiyordu.

-Bir adım öne çık ve orada dur. Şimdi anladın mı?

Bu sefer anlamıştı. Baş hâkim Kergit dili ile konuşmuştu. İstediğini yaptı ve olduğu yerde durdu. Baş hâkim sorularına başladı;

-Sharwa Kalesi üzerinden gelen bir köle kervanına dahilmişsin.

+Evet.

-Buraya geldiğin zaman ise yeni sahibine teslim edileceğin sırada kaçmış ve başka vukuatlar da işlemişsin. Mesela birini öldürmek gibi.

+Hayır, öyle bir şey yapmadım.

+Emin misin?

-Evet, ben kimseyi öldürmedim.

-Göreceğiz. Öldürülen adamın karısını getirin.

Togre, bir kişiyi öldürmenin cezasını fazlasıyla biliyordu. Her ne kadar bütün gece hayattan umudunu kesmiş ve ölümü kabullenmiş olsa da, şimdiki düşünceleri o ana göre fazlaca çark etmişti. Belki söyleyeceği yalanlar ile mahkemeyi lehine çevirebilir ve belki de sadece kaçışı yüzünden ceza alabilirdi. Hiç değilse ikinci suçu ölüm cezası gerektirmiyordu.

Ancak öldürdüğü adamın karısını da mahkemeye şahitlik için getirmeleri her şey alt üst etmeye yetmişti bile. Kadının yüz ifadesi, üzgün duruşunun yanında Togre’ye attığı öfke oldu dolu bakışlar, mahkeme için en dikkat çekici deliller oluyordu kuşkusuz.

-Kocası öldürülen kadın sen misin?

+Evet, efendim.

-Peki, kocanı öldüren bu adam mıydı?

+Evet, efendim.

-Nasıl olduğunu anlat.

+Oğlumla birlikte içerde yemek yiyiyorduk. Bu sırada kocamın henüz sofraya gelmediğini görünce merak ettim, evin içine bakındım. Evin içinde bulamayınca bahçeye çıkıp bakmak istediğimde kocamın bu adam tarafından öldürüldüğünü gördüm. Kapının girişindeydim, oturdum ağlamaya başladım. O sırada ayağa kalkınca korktum. Yanıma gelen oğlumu da alıp içeri girdik, kapıyı kilitledim. Bir süre korkuyla bekledikten sonra oğlumu bir yere saklayıp tekrar dışarı çıktığımda çoktan gitmiş olduğunu fark ettim. Sonra da şehirde devriye gezen muhafızlara olan biteni anlattım.

Kadın her şeyi tüm gerçekçiliğiyle anlatmış ve mahkemeyi tamamen ikna etmişti. Baş hâkim, bu davanın daha fazla uzamasına ihtiyaç duyulmadığını yanındaki diğer hâkimlerle de paylaşıyordu. Suç belliydi ve suçlu kişiden bir yanıt gelmiyordu. O zaman cezanın kesilmesi ve şer-i hukukun yaptırımlarına söz verilmesi zamanıydı. Fazla uzun konuşmadılar, kısa sürede karar vardılar.

-Tüm hâkimlerin kararını bildiriyorum. Köle olduğu halde, uyması gereken emirlere uymayıp kaçmaktan ve başka birini, aynı kişinin evinde zorla öldürmekten suçlu bulundu. Tüm bu suçların şer-i yasalarımızdaki cezasını da belirtiriz ki, tüm bu işlediğ suçların cezası, şehir meydanında başı kesilerek idam edilmesidir. Suçlunu infazı bu gün yapılacaktır.

Togre ilk konuşma dışında neler konuşulduğundan bihaber durumdaydı. Kadının söyledikleri için tek kelime bile savunma yapmasına fırsat verilmemiş ve neler konuşulduğu tercüme edilmemişti. Muhafızlar apar topar koluna girdiler ve mahkemenin olduğu yerden çıkıp, infazın yapılacağı yere doğru ilerlemeye başladılar. Ahalinin içinden geçerek ilerliyorlardı ve sık sık linç edilmek için üstüne çullanılıyordu. Bir mahkeme olmuştu ama kararı neydi? Cevabını halk veriyordu belli ki. Tam o sırada kalabalığın olmadığı bir yer gördündü. Elinde baltası ve simsiyah giysisiyle kendisini gizlemiş bir cellât onu bekliyordu. Togre için artık söylenecek kelime kalmamıştı o anda. Çünkü cezasını anlaması için her şey ortadaydı. Yolun sonu onu bekliyor ve ebedi cehennemi için açılan giriş kapısı onu çağırıyordu.

Muhafızlar, ara sıra direnmeye çalışan Togre’yi kimi zaman bacağına çelme çakarak durdurup hırpalıyor ve sonra yeniden infaz yerine doğru götürüyorlardı. İteklemelerle birlikte nihayet yolun sonuna varıldı. Togre diz çöktürüldü ve başının kesileceği yere kafasını koydular. Tüm yaşamını bu bilmediği topraklarda son bulsun hiç istemezdi. Artık ne çare üretilebilir, ne de bunun için ayırabilecek zaman bulunabilirdi. Her şey cellâdın nefes alıp vermesindeydi. Artık Togre’nin hayatı sadece onu ilgilendiriyordu.

*    *    *​

Bariyye Emiri ise sarayında dinlenmekte ve önündeki güzel meyveleri afiyetle yemekteydi. Halkın içine çıkmayı pek sevmiyor ve daha çok sarayında gününü gün etmekle meşgul oluyordu. Uçsuz bucaksız çölün ortasındaki cennet misali yerdi Bariyye. Ticaretin yavan, halkın fakir, soyluların ise her zamanki gibi tek güç olduğu şehirdi. Sarranid Sultanlığı hükümdarı Sultan Hâkim, uzun süredir bu topraklara uğramamış ve bu nedenle olan bitenlerden habersizdi. Haliyle rahatı çok iyi olan Emir, şehri istediği gibi yönetiyor ve sürekli sefa sürüyordu.

Bariyye halkının yoksulluğuna karşılık, kendi gücünden hiçbir şey kaybetmeyen Bariyye Emirine halkın öfkesi çığ gibi büyüyor ama seslerini dillendiremiyorlardı. Bazıları hariçti. Bunlar sadece halkın çıkarı için onurlarıyla savaşan ve Bariyye Emirine hak ettiği cezayı vermek isteyen bir grup örgüttü. Sayıları gün geçtikçe artmakta ve Bariyye Emirine karşı gizli bir tehdit oluşturmaktaydılar.

Emir, içkinin de verdiği sarhoşluk ile kendinden geçmiş ve yanındaki güzel cariyeler ile zenginliğin tadını çıkarıyordu. Ancak bu sırada kapıdaki muhafızlar bir anda kapı açılarak içeriye yığıldılar. Emir, kapının açılması ve içeriye yıkılan muhafızları gördüğü sırada kapının girişinde elinde şemşir ve yüzünde peçesi olan biri duruyordu. Muhafızları alt eden o olmalıydı anlaşılan. Gözgöze geldiler, Emir ürperdi. Bu gizemli adam hiç de nazik birine benzemiyordu belli ki.

-Sen de kimsin?

Kapıdaki gizemli adam hala aynı yerinde duruyor ve gözlerini Emirin üzerinden ayırmıyordu.

-Sen de kimsin dedim sana küstah herif.

Kapının girişinden ilerlemeye ve Emire doğru yürümeye başladı. Cariyeler korku ve bağırışlarla odadan kaçtılar. Artık sadece ikisi kalmıştı.

-Ne istiyorsun serseri. Bu küstahlığı kime yaptığının farkında değilsin galiba.

Kapa çeneni ve ayağa kalk domuz herif.

Bu kalın ve soğuk ses Emiri hem tereddütsüz ayağa kaldırdı, hem de korkudan bu kesmesine neden oldu.

-Yürü, gidiyoruz.

+Nereye?

-Sana ne saray sıçanı. Sadece yürü.

+Tamam tamam. Ama emin ol başın büyük dertte p*ç kurusu.

-Bir kere daha konuşursan asıl belanın kim olduğunu sana tatıracağım.

+Anladık.

Bulundukları odanın 50m yakınlarındaki bir pencereye ilerlediler. Oradaki muhafızları da çoktan etkisiz hale getirmişti. Pencereden aşağıya baktı ve orada duran diğer arkadaşlarını gördü.

-Büyük fareyi yakaladım. Etrafı iyi kollayın.

+Tamamdır.

Sarayın üçüncü katındaki bu arka bahçeye bakan pencereden ip ile aşağıya indiler. Gerçi Bariyye Emirini çuval gibi indirdiler desek daha doğru olur. İkisi de aşağıya indikten sonra aşağıdaki diğer iki kişi de onlara dahil oldu.

-Temiz iş Romek.

+Bu adam işini biliyor. Ben o kadar yükseğe bu halde ne çıkarım, ne de inerim.

-Alt tarafı üçüncü kat. Bunu herkes yapar.

+O zaman sen yapsaydın beyefendi.

-Yapardım tabii. Ne varmış bunda.

*Kesin artık, geç kalacağız.

-Ah, evet. Gidelim.

Emiri yanlarına da alarak saraydan gizlice dışarıya çıkmayı başardılar. Planları kusursuz işlemiş ve sıradaki için hareket etme vakti gelmişti. Hızlıca saray çevresinden uzaklaşarak şehir meydanına doğru ilerlediler. Fazla vakitleri yoktu. Ulaşmaları gereken asıl amaçları için hareket ettiler.

Şehir meydanında ise mahkemece kurulmuş infaz yerinde Togre’nin öldürülmesi bekleniyordu. Baş hâkimin infaz alanına gelip ölüm emrini vermesi ile mahkeme son bulacak ve Togre öldürülecekti. Baş hâkim meydana doğru gelmeye başladı. Halkın arasından hızlıca ilerlemeye çalışarak infaz alanına ulaştı. Suçlunun bir Sarranid olmaması ve işlediği suçlar nedeniyle son bir istek hakkı vermedi. Cellâda döndü ve emrini verdi;

-Öldür.

Hazır durumda bekleyen cellât, baltasını havaya kaldırdı. Tüm gücüyle yere indirmek üzereyken arkalardan bir ses duyuldu;

-DURUN!

Ancak cellât, baltasını çoktan indirmişti...
 
Merhabalar,

8. bölüm ile kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Keyifli okumalar.

Bölüm 8 – Temiz Bir Sayfa İçin

Koridorlarda koşmaya ve peşindeki muhafızları atlatmaya çalışıyordu. Ancak kalenin her tarafındaki muhafızlar olan biteni hızlıca öğreniyor ve birbirlerine haber veriyorlardı.

-Prensesi yakalayın!

Tüm koridorlar bu ses ile yankılanmaktaydı. Yanlarından geçen prenses için henüz birkaç dakika önce selam veren muhafızlar, şimdi ise selam verdikleri prensesi yakalama telaşına düşmüşlerdi. Prenses ise olabildiğince hızlı bir biçimde kaçıyor ve kalenin alt koridorlarına doğru ilerliyordu. Ama görünüşte ters olan bir şey vardı sanki. Kalenin en dip ve hiçbir çıkışı olmayan bölgesiydi gittiği yer. Acaba ne planlıyor olabilirdi?

Ziyafet salonunda ise herkes yerde yatan ve can çekişen Asugan Noyan’ı izliyor ve olayın şokunu tüm soğukluğuyla yaşıyorlardı. Sırtından bıçaklanan Kergit Noyanı bilincini yitirmeye ve ruhunu teslim etmeye devam ediyordu. Büyük umutlar ile geldiği Sharwa Kalesi onun için trajik bir son olmasına vesile olmak üzereydi. Hiç ummadığı bu hain saldırı, içinde büyük bir nefret oluşturuyor ve son nefesini vermeden önce tüm bu çektiklerinin ödetilmesini istiyordu. Son bir kez konuşmak için bütün gücünü toparlamaya çalıştı, bir yandan da büyük bir hınçla ellerini sıkmaya başladı.

-Ke… Ker…

+Sanırım bir şey demeye çalışıyor.

*Noyanım?

Herkes pür dikkat Noyanın ağzından çıkan kelimelere odaklanmaya çalıştı. Çok zor nefes alıp verdiği konuşmaya çalışması sırasında belli oluyordu. İki kelimeyi bir araya getirecek gücü kalmamıştı ama direniyordu. Herkes ise Noyanın son sözlerini duymaya ve neler kast ettiğini anlamaya çalışıyordu. Noyan tekrar direndi, konuşmaya çalıştı;

-Ke… Ker…

Ama yapamıyordu. Anlatmak istediklerini söyleyecek kadar bile gücü kalmamıştı. Sırtından dökülen kanlar, o asil ve zarafetli Kergit kıyafetlerini kıp kırmızıya boyamıştı. Nefes alıp-verişleri düşmeye ve gözleri yavaşça kapanmaya başladı. Sona gelmişti.

-Ke… Ker…

Son kez denedi, ama yapamadı. Çünkü tekrar denediği sırada gözleri artık tamamen kapanmıştı. Asugan Noyan, Sharwa Kalesi’nin en ihtişamlı salonunda göz göre göre ölmüştü, öldürülmüştü. Üstelik yaşanan bu durum, diplomasinin de iki ülke arasında ne tür şekilleneceğini adeta ortaya koyuyordu. Sıradan bir ölüm bile türlü kuşkular doğurabiliyorken, göz göre göre sırtından bıçaklanarak öldürülen biri için asla bahane bulunamazdı. Tüm bu olaylar silsilesi tek bir şeyi beraberinde getiriyordu; Asugan Noyan, katledilmişti.

Sharwa Emiri olayın şokunu hala atlatamamıştı. Bulunduğu yerden sadece etrafına bakınıp durmaktaydı. Az önce ne olmuştu veya bu olanlar gerçek miydi dercesine çevresindekilere bakıyordu. Bu derin şok, emiri de sarstı. Bir anda yere yığılıp kaldı. Muhafızlar ve yardımcıları telaş içinde emirin yanına koştular. Kalbini tutuyordu ve zor nefes alıyordu.

-Emirim iyi misiniz?

+Ayağa kaldıralım hemen.

Ayağa kaldırılıp sandalyesine oturttular. Gözleri kapalı ve yarı baygın halde inliyordu. Herkes panik halinde emir için bir şeyler yapma telaşındayken, Asugan Noyan’ın muhafızları ve onunla birlikte gelenler, Asugan Noyan’ın cansız bedenini de alıp salondan ayrılmaya başladılar.

Prenses ise durmadan koşuyor ve henüz olaylardan haberdar olmayan muhafızları kendisine zaman kazandırmak için kullanmaktan da geri durmuyordu.

-Prensesim.

+Beni kovalayan askerleri durdurun. Kalede isyan var, hayatımı koruyun.

-Emredersiniz.

Bu şekilde zaman kazanmakta ve gideceği yere daha çabuk varmaktaydı. Sonunda koridorların sonuna vardı. Ancak bu vardığı yer hapishane girişiydi. Yani kölelerin tutulduğu yer. Hemen içeri girdi ve zindanların giriş kapısındaki muhafızlarla konuşmaya başladı;

-Prensesim?

+Bana anahtarları ver.

-Anlamadım?

+Sana anahtarları ver dedim.

-Prensesim bunu neden istiyorsunuz?

+Anahtarlar dedim. Yoksa bu zindanları koruyacak başkalarını bulurum. Sizi de buraya tıktırtırım. Sanırım anlaşıldı?

-Bağışlayın. Sadece babanızın izni olup olmadığını merak ediyorduk.

+O da geliyor, bunu o istedi zaten.

-O zaman babanızı beklemeliyiz prensesim.

+Sen laftan anlamıyorsun galiba. Bunu bizzat babam istiyor dedim.

-Lütfen prensesim, bizzat babanız emir verdi deseniz bile, sadece ona bu anahtarları verebiliriz.

Muhafızlar bir türlü anahtarları vermiyor ve sadece emir tarafından bizzat emir geldiği zaman anahtarları teslim edeceklerini söylüyorlardı. Prenses için işler iyi gitmiyor ve gittikçe daha çok zaman kaybediyordu. Bir yandan muhafızları ikna etmeye çalışırken, öbür taraftan etrafına bakınıp, yakalanmamak için tetikte duruyordu.

Prenses ikna çabalarına devam ederken, iki muhafızın da vücutlarına ne olduğunu anlayacak zaman bile olmadan hançerler saplandı. Prenses bağırmamak için korkuyla sımsıkı ağzını tuttu. İrkildi ve geriye yavaşça adımlar atarak çekildi. Muhafızlar ise hançerlerin saplanmasıyla oracıkta ölmüşlerdi. Hançerlerin nereden geldiğini anlayamayan prenses, büyük bir tedirginlikle geriye doğru birkaç adım daha attı. Nabzı yükselmekte ve ölümün soğukluğunu hissetmekteydi.

-Prensesim.

+AAAA!!!

-Korkmayın, size zarar verecek biri değilim.

Hançerleri fırlatan kişi, prensesin karşısına çıktı. Prenses zaten gergin bir durumda olduğundan neredeyse bayılacaktı bu ani çıkış yüzünden. Hançerleri fırlatan gizemli adam ile karşı karşıya geldiler. Görünüşü sıradan birine benziyordu ancak attığı hançerler büyük bir ustalık ile atılmıştı. Belli ki göründüğünden çok farklı birisiydi.

-Sanırım sizi çok korkuttum, bağışlayın.

+Kimsiniz siz?

-Şimdilik önemi yok.

+Beni neden öldürmedin?

-Bunu aklımdan bile geçiremem.

+Neden?

-Çünkü sizi korumak için buradayım.

+Anlamadım?

-Prensesim, inanın hiç vaktimiz yok. Sizi acilen buradan çıkartmak zorundayım.

+Buradan kaçmamız imkânsız, boşuna uğraşmayın.

-Ama benim bir planım var. Önce şu anahtarları alalım. Ha bu arada, siz ne için bu anahtarların peşindeydiniz ve neden buraya geldiniz?

+Bu benim için özel.

-Anlıyorum. Her neyse anahtarlar artık bizde, gidebiliriz.

+Bekle! Sana nasıl güvenebilirim ki?

-Bakın prensesim; şu anda kaledeki tüm muhafızlar sizin peşinizde, babanız ise tüm bu olaylardan sonra tüm maneviyatını bırakıp sizi öldürtmek için elinden geleni yapacak, ayrıca Kergit ülkesi de mütemadiyen sizin peşinizde olacaktır. O nedenle tek çareniz buradan kurtulmak. Bunu da benimle yapacaksınız.

+İyi de neden?

-Çünkü bunu hükümdarımız Sultan Hâkim hazretleri istiyorlar.

+Ne? Nasıl yani?

-Prensesim, yalvarıyorum size. Şuradan çıktığımızda her şeyi anlatacağım. Bakın beni de zor duruma düşürüyorsunuz.

+Pekâlâ. Ama gözüm üzerinde olacak.

-Hıhı…

+Anlamadım?

-Eeöö… Şey, tabii prensesim.

Muhafızların üstünden aldıkları zindan anahtarlarıyla mahkûmların ve kölelerin bulunduğu zindana girdiler.

-Adınız neydi?

+Hakber prensesim.

-Peki Hakber. Şimdi ne yapacaksın sorabilir miyim?

+Buradan kurtulmamız için yapmak zorunda olduğumuz tek şeyi yapacağız. Tüm esirleri serbest bırakıp, kalede büyük bir isyan başlatacağız.

-Hayır! Buna izin vermem.

+Neden prensesim?

-Bu insanlar benim yüzümden ölecekler, buna izin vermem. Çıkacak isyanı elbet babam bastıracaktır, burası güçsüz bir kale değil.

+Pek saygıdeğer babanızın da yakalandığınız zaman sizi de öldürteceğini unutuyorsunuz galiba.

-Artık hiçbir şey umurumda değil.

+Bir yandan şöyle bakın; Burada başlatacağınız isyan ile bölgedeki en büyük köle pazarları derin bir darbe alacaklar. Ayrıca babanıza olan güven sarsılacak ve kurtulduğunuz zaman tüm bunlara karşı çıkabilecek bir güce sahip olacaksınız.

-Güç?

+Yakında anlayacaksınız. Şimdi tüm zindanları açmamız gerekiyor.

-Bekle!

+Yine ne oldu efendim?

-Nereden biliyorsun bizlere saldırmayacaklarını?

+Haha. Merak etmeyin, buranın zindanları benden sorulur.

Teker teker tüm zindanları açmaya başladılar. Bir yandan zindanlar açılıyor, öbür taraftan ise tüm köleler daha çok kışkırtılıyor ve cesaret kazandırılıyordu. Tüm zindanlar boşaldıktan sonra herkes zindanın ana kapısına doğru ilerlemeye başladı. Duvardaki asılı olan kılıç ve kalkanlar, en kendine güvenen ve gücü yerinde mahkûmlara verildi. Ana kapıya ise emirin muhafızları çoktan dayanmışlar ve kapıyı kırmaya çalışmaktaydılar. Kapı daha fazla dayanamıyordu, yıkılması an meselesiydi.

-İşte özgürlük günümüz kardeşlerim. Zalim Emir ve onun yardakçılarına ders verme vakti bu gündür. İnancınızı asla yitirmeyin. Unutmayın ki ölseniz bile bu sizin için bir kurtuluştur, erdemdir. Zalim Sharwa Emiri’nin kellesini isteyenler benimle gelsin!

+HEEEY!

*Sonuna kadar seninleyiz!

Kapının ardındaki muhafızlar da bu coşkulu sesler karşısında şaşırıp kalmışlardı. Bu durum fazla uzun sürmedi ve kapı kırıldı. Tüm muhafızlar içeriye hücum etmeye başladılar. Dar kapıdan geçmeye çalışan muhafızlar teker teker öldürülüyor ve birisi bile içeride tutulmuyordu. Hakber, en önde korkusuzca savaşıyor ve tüm mahkûmlar daha çok coşkuya kapılıyordu.

-Artık dışarı çıkalım, günlerini gösterelim!

+Hayır, henüz değil. Yerinizden ayrılmayın. Ölen askerlerin silahlarını alanlar da bizi desteklesinler. Kazanmak üzereyiz.

*ÖZGÜRLÜĞE!

Bu çarpışmada devam ederken prenses ise hapishanenin yemekhane bölümüne gitmişti. Çünkü Konen oradaydı, buraya gelme amacı da sadece o’ydu. Eğer buradan kaçmayı başaracaklarsa bunu beraber yapmalılardı. O yüzden hemen ona gitti. Ziyafet nedeniyle hapishane aşçıları bile yukarıya çıkartılmıştı. Zavallı çocuk ise tek başına bırakılmış öylece oturuyordu cüssesinden büyük sandalyede. Prensesin yüzündeki sevinç tarif edilemezdi. Hemen ona koştu. Adeta annesiymiş gibi sarıldı, öptü. Konen, tanımadığı bu kadının kendisine sarılmalarına tepki vermiyordu, ona zarar verecek biri olmadığını anlamıştı galiba. Sadece ona bakıyor ve izliyordu.

-Hadi buradan gidiyoruz.

Konen’i kucağına aldı ve hapishane mutfağından ayrıldılar. Hapishanenin ana kapısına doğru ilerlediklerinde mücadelenin hala daha en sert şekilde sürdüğünü gördü. Duvarın dibine pustular ve beklemeye başladılar.

Hakber tüm hünerlerini sergilemekte ve muhafızlara geçit vermemekteydi. Eline silahı alan mahkûmlar da dar kapıda kendilerine sıra gelmelerini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Hakber onlara büyük bir cesaret ve azim aşılıyordu. En azından ölmeleri için en doğru zaman olduğunu anlamışlardı. Onurlu ve gerçek bir ölüm istiyorlardı.

-Delirmiş gibi savunuyorlar. Geri çekilmeliyiz, destek lazım.

+Geri çekilin! Diğerleriyle birleşip tekrar saldırıya geçeceğiz.

Muhafızlar kapıdan hızlıca ayrılmaya ve gerideki muhafızlara doğru gitmeye başladılar. Muhafızların bu kaçışları mahkûmları çılgına döndürmeye yetmişti bile. Hakber için sadece saldırmalarını söylemekten başka bir şey kalmamıştı. Planının ikinci kısmı başlıyordu.

-Haha! Fareler gibi kaçıyorlar. İşte şimdi sıra bizde dostlar. Benimle misiniz?

+SENİNLEYİZ!

-Özgürlük için dostlar!

Bütün mahkûmlar delirmişçesine kalenin içlerine saldırmaya başladılar. Bu kargaşa ortamı kaçmak için uygun bir zamandı. Hakber içeride bakınmaya ve prensesi aramaya başladı. Fazla uzun sürmeden karşılaştılar.

-Prensesim, işte kaçmamız için bir fırsat.

+Kendimi asla affetmeyeceğim.

-Emin olun, onlar ölmeyi zaten çok istiyorlardı. Şimdi gidelim. Aa, bir dakika, bu yakışıklı nereden çıktı?

+Devam edelim lütfen.

-Beni tanıdın mı ufaklık? Hani buraya ilk geldiğinde yalağın içine düşmüştün, o gün seni kurtarmıştım.

+Sizi anlamaz, Sarranid dili bilmiyor. Lütfen acele edelim.

-Ah, affedersiniz prensesim. Ancak sakın yanımdan ayrılmayın.

Kalenin içinde yer yer çarpışmalar, yer yer ise yağmalar hâkimdi. Mahkûmlar karşılarına kim çıkarsa çıksın saldırıyorlar ve gördükleri her şeyi talan ediyorlardı. Bu durum ziyafet salonunda da büyük yankı uyandıracaktı.

-Efendim… Efendim!

+Emir hazretleri baygın haldeler, ne diyeceksen çabuk de, ama onu ayıltamıyoruz.

-Kalede isyan çıktı. Tüm mahkûmlar bir şekilde serbest kalmışlar.

*Ne?

+Bu nasıl olur?

-Her tarafı talan ediyorlar. Acil bir şeyler yapmalıyız, buraya da varabilirler.

+Surlardakiler de dâhil tüm muhafızları isyanı bastırmak için kaleye toplayın.

-Emredersiniz.

İsyanın bu denli etkili olması daha rahat hareket etmelerini sağlıyor ve kaçışlarını hızlandırıyordu. Kale kapısına vardılar. Kaçışın en zorlu kısmını atlatmaları an meselesiyken destek için kaleye girmekte olan bir grup muhafız ile hiç beklemedikleri bir karşılaşma yaşadılar.

-Prensesim, çocuk ile arkamda durun.

+Çok fazlalar, lütfen dikkatli olun.

-Emredersiniz.

Muhafızlar hemen hamle yaptılar ama Hakber ilk hamle yapan muhafızı tek vuruş ile yere serdi. Peşinden gelen diğer muhafızlar da kısa bir mücadelenin ardından Hakber’in kılıç darbeleriyle yere yığıldılar. Korkusuzca diğer muhafızlara da saldıran Hakber, zorlu bir çarpışmaya başladı. Muhafızlar daha fazla yüklenmeye ve Hakber’i zorlamaya çalışıyorlardı. Hakber ise direniyordu ama harcadığı enerjisi giderek artmakta ve direncini düşürmekteydi. Çarpışma sürdüğü sırada sağ omzuna gelen bir kılıç darbesiyle yaralandı ve yıkılmak üzereydi ki duvara yaslanarak ayakta durmayı başardı. Ancak toparlanmaya çalıştığı sırada hiç ummadık bir şey onu bekliyordu.

-Kılıcını yere bırak.
 
Yeni bölüm ne yazık ki biraz gecikmeli gelecek. Ancak 10. bölüm ise 9. bölümden kısa bir zaman sonra çıkarak bu açığı kapatacak inancındayım. Keyifli okumalar.
 
Merhabalar,

kısa bir aradan sonra 9. bölüm ile kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Keyifli okumalar.

Bölüm 9 – Kaderin Şakası

-DURUN!

Bu sese rağmen cellât, baltasını çoktan indirmişti. İlk başta herkes sesin geldiği yere doğru yöneldi. Bu kişi Bariyye Emiri’ydi. Kendisi bizzat buraya gelmiş ve bu emri soluk soluğa bağırarak söylemişti. Baltanın inmesiyle birlikte çıkan o tok ve ürpertici ses, herkesin dikkatini yine idam anına çevirmesine neden oldu. Cellât durmamıştı, baltasını indirmişti. Ne acıklı. En azından görünüşte öyleydi. Aslında cellât bu ses çoktan fark etmiş ve baltayı Togre’nin kafası yerine hemen yanına indirmişti. Togre hala daha yaşıyordu, ölmemişti. Baryye Emiri hızlıca bölgeye doğru geldi. Tek başınaydı.

-Sakın onu infaz etmeyin.

+Emir hazretleri, o suçlu bulunmuş bir mahkûm.

-İnfaz yok dedim.

+Ama kanunlar çoktan uygulandı. Bunu bozabilme yetkiniz yok.

-Ne diyorsam o olacak dedim sana. Çözün şunun ellerini de.

*Emir hazretleri, bu mahkemeye karşı gelmektir. Buna ne hakkınız, ne de yetkiniz yeter. Karışmayınız.

-Sizi oraya oturtan benim. O zaman ben ne diyorsam o uygulanacak. Daha dün ne olduğunuzu ben biliyorum, bana karşı gelemezsiniz.

*Şer-i hükümler çoktan yerine getirildi. Bu yaptığınız unvanınızı da, geçmişteki husumetleri de aşıyor. Keyfi hükümler veremezsiniz. Hükümdar mı sanıyorsunuz kendinizi?

-Sakın bana bir daha dediklerimi tekrarlatmayın. Ben olmasam bu halk sizi çoktan ipi boynunuza geçirirdi.

*Rica ederim, öncelikle sizi istiyor bu halk. Deneyebiliriz de.

Bariyye meydanındaki bu üst düzey ilginç tartışma herkesi şaşkına çevirdi. Bariyye Emiri’nin bir suçluyu serbest bırakma telaşı meydandakileri de oldukça öfkelendiriyordu. Bir tarafta Emir, öbür tarafta ise baş hâkim bulunmakta ve kanun gücü ile soylu gücü tartışılmaktaydı. Bu tartışmanın kaynağı olan Togre de olan biteni izlemekteydi. Balta kafasına değil, hemen yanına inmişti, yaşıyordu. Ama neden yaşıyordu bilmemekteydi. Ters giden bir şey mi vardı, yoksa her şey tamamen lehine mi dönmekteydi?

-Son kez uyarıyorum, çözün şu adamı.

*Buna asla izin vermeyiz. Emir olabilirsin ama kanun gücü karşısında zavallı bir faresin. Haddini bil!

Sinirden çılgına dönen Emir, hiç düşünmeden cellâdın yerde saplanan baltasına doğru yürüdü ve eline aldı. Hışımla baş hâkim’in yanına koştu ve tereddüt etmeden baş hâkim’e baltayı sapladı. Olanlar tüm meydanda şok etkisi yarattı. Bariyye Emiri, şehrin baş hâkim’ini ulu orta tüm halkın gözü önünde öldürmüştü. Emir son derece soğukkanlı ve acımasız bir bakışla baltayı çıkardı, yere fırlattı. Olanları izleyen Ruga ve Marod da bir kenara pusmuş vaziyette olan biteni izliyorlardı.

-Bu adam fazla içince sapıtıyor.

+Bence yanındaki kadınlar onu sapıttı. Öyle afetler bende olsa, ben de sabahlara kadar içerim anasını satayım.

-Romek nerede?

+Aşağıda. Adamı saldıklarında onu alıp meydandan uzaklaştıracak. Sonra da Fisara’ya döneceğiz.

-Umduğumdan da kolay gidiyor. Haha, baş hâkim’ini de öldürdü, artık ona kimse güvenmeyecek. İtibarsız, şerefsiz, asalak Emir hazretleri…

Romek, kalabalığın arasında durmakta ve Togre’nin salınmasını beklemekteydi. Bariyye Emiri’nin bu vahşi tepkisinden sonra muhafızlar tereddütsüz Togre’yi çözdüler. Togre çözülen ipler ve ayağa kaldırılmasıyla etrafa garipseyerek bakışlar attığı sırada Emir yanına geldi ve fısıldamaya başladı.

-Defol git.

+Ne?

O sırada Romek hızlıca koluna girdi ve çabucak onu meydandan uzaklaştırmaya çalıştı. Kalabalığa ve tüm gözlerin üstlerinde olmasına rağmen ilerlediler. Ancak daha kalabalıktan çıkamadan kalabalıktan birkaç kişi önlerini kesti.

-Mahkeme onun cezasını veremedi ama biz o katile hak ettiği cezayı vereceğiz.

+Önümüzden çekilin. Sizinle işimiz yok.

-Hah! Bu kalabalıkta bize asla hayır dememeliydin koçum. Sana evet demeyi öğretelim önce.

Romek ve Togre’ye doğru saldırıya geçtiler. Romek kıvrak hareketlerle üstüne gelen birkaç şehirliyi sert vuruşlarla etkisiz hale getirdi. Bu kısa kavgadan sonra kalabalıktan daha fazla üsteleyecek kimse çıkmayınca yollarına devam ettiler. Öfke dolu kalabalıktan zor da olsa uzaklaşıyorlardı.

Meydanda bunlar olurken bir taraftan da Bariyye Emiri olan bitenin asıl nedeni olan ve kendisini tehditler ile buraya getirten adamları takip etmesi için iki casusunu peşlerine taktı. Her adımlarını izlemelerini ve şehirden asla çıkmamalarını istiyordu. Casuslar gerektiğinde öldürebilme yetkisine de sahiptiler.

Az önce ölümün eşiğinden dönen Togre, olayların bu kadar çabuk yön değiştirmesi ve kendisini götürenlerin kim olabileceğini anlamaya çalışıyordu. Her şey çok hızlı gelişiyor, kader onunla adeta oynuyordu. Belki yanındakiler Kergit dili biliyordur umudu kapladı içini. Bunu anlamak için ortaya gereksiz bir laf attı;

-Ne acımasız bir şehir...  Az önce mezarım oluyordu, şimdi ise… Sahi, şimdi ne olacak?

+Çok şey olacağını mı düşünüyorsun?

Şaşırdı. Yanındaki konuşan adam Kergit dili biliyordu. İçinde garip bir ferahlık hissi uyandı. Her ne kadar dost veya düşman olduklarını bilmemesine rağmen…

-Kergit dili biliyorsun.

+Hepimiz biliyoruz.

-Beni neden kurtardınız?

+Biz sadece verilen emirleri uyguladık.

-Emirler?

+Gittiğimizde görürsün.

-Nereye gidiyoruz?

+Fazla uzağa değil.

-Tamam, ama neresi bu yer?

+Püf, sanki isim versem aklında bir şey mi canlanacak?

-Sanırım haklısın.

*Bu adam amma geveze çıktı. Dilini mi kessek?

+Hey!

*Hehe, şakaydı, sakin.

Meydandan tamamen uzaklaşmışlardı. Şehrin ana kapısına doğru ilerlemekte ve olabildiğince seri davranmaktaydılar. Emir ile bir anlaşma yapmışlardı. Her an bu anlaşmayı tek taraflı bozabilir ve hava kararmadan tüm muhafızlar üstlerine çullanabilirdi. Temkinli olmaya, ıssız ve dar sokaklarda ilerleyip, şehrin ana kapısına doğru yol almaya devam ettiler. Şehrin ana kapısına varmalarına fazla yoktu. Togre, şehirden kaçmayı denediği sırada hep yanlış yolları tercih etmişti. Bun da şehri tanımamasının ve alelacele hareket etmesinin rolü büyüktü. Ama yanındaki gizemli adamlar o kadar pratik ve kestirme yolları buluyorlardı ki, şehri sanki Togre’ye tanıtıyorlardı. Her geçtikleri yeri aklına kazıyordu. Ama hala daha aklına takılan şeyler vardı.

-Ben şehirden kaçmaya çalıştığım gün hiç bu yollara girmemiştim. Belli ki buranın yerlisisiniz veya onlar kadar bilgili. Ama merak ettiğim; bu koca surların arkasına nasıl geçeceğiz?

+Ana kapıya vardığımız zaman karşımıza çıkanları öldürerek. Başka bir fikrin var mı?

-Ve tüm bunları üçünüz yapacaksınız?

*İtirazın mı vardı koçum? Biz senin gibi yarım yamalak iş yapmayız.

+Ruga kes sesini.

*Ama ne dedim şimdi?

&Kapa çeneni Ruga.

*Sana ne oluyor Shariz kerestesi?

+İkiniz de çenenizi kapatmazsanız, hayâlarınızı kesip, ağzınıza tıkarım.

*Ups! Bu ağır oldu ama beni susturmaya yetti.

-Durun!

+Ne oldu?

Togre yolculuk boyunca bir şeyi fark etmişti. Takip edildiklerini düşünüyordu.

-Sanırım takip ediliyoruz.

+Tahmin etmiştim. Anlaşmayı bozdu bizim sıçan.

*Ne yapıyoruz?

+Plana devam. Bariyye Emiri’nin gönderdikleri olduğu belli. İleride tenha bir yere pusu kurup icabına bakarız.

*Öyle olsun.

Farkında olmamışçasına yola devam ettiler. Peşlerindeki casusların varlığını pek umursamıyorlardı sanki. Gayet rahat bir tavırla ilerlemeleri Togre’yi şaşırtıyordu. Hala daha nereye gittiğini bilmiyordu. Öğrenmek için zorlayası da yoktu. Belki her şeye sıfırdan başlaması için bir şans doğmuştu diye düşündü. Ona bir esir gibi davranmıyorlardı. Garip, bir dost gibi de davrandıkları söylenemezdi. Ama hiç değilse hala daha bir zarar görmemişti onlardan. Bu iyiye bir işaretti.

Hava yavaş yavaş akşamın geldiğini haber veriyordu. Daha hızlı ilerlemeye ve giriş kapısına yetişmeye çalışmaktaydılar. Ama peşlerindeki casusları da unutmamışlardı.

-Ruga, Marod.

+Evet?

-İlerideki sokağın dönüşünde pusu kurun. Olabildiğince aynı şekilde yürüyün. Takip ettiklerini anladığımızı fark etmesinler.

+Peki.

*Ben?

-Sen benimle yürümeye devam edeceksin. Hepimiz sokağa döndüğümüz sırada biz yolumuza devam ederken, onlar da casusları halledip bize katılacaklar.

*Anladım.

İlerlemeye devam ettiler. Hiçbir şey fark ettirmeden sokağın ilk ayrımından girerek, plandaki gibi hareket ediyorlardı. Romek ile Togre aynı şekilde yola ederken, Ruga ve Marod ise sokağın girişinde pusu kurdular. Casusların gelmesi ile birlikte bulundukları yerden çıkıp casusları öldürecek ve sonrasında Romek ile Togre’ye yetişeceklerdi.

Casuslar hiçbir şeyin farkında olmadan ilerlediler. Sokağın dönüşünde ilk bakışta her şey normal devam ediyordu onlar için. Takip ettiklerinin ikisi ileride yollarına devam ediyorlardı. Casuslardan biri durdu, yanındakinin kolunu tutup yanına çekti.

-Ne oldu?

+Bunlar dört kişi değil miydi?

-Evet.

+Karşıda hiç de dört kişi görünmüyor.

-Hö? Aa, evet öyle.

+Bu iyi değil.

*Bence de dostum. Ama arkanızda olmasınlar sakın?

-NE!? AHH!!!

+AHH!!!

Casuslar tuzağa kolayca düşmüşler ve bunu canlarıyla ödemişlerdi.

-Çok mu kolay oldu dersin?

-Daha da fazlası derim.

+ Hıhı, hadi gidelim.

Görevlerini yerine getirmenin verdiği kıvanç ile oradan ayrılıp, Romek ve Togre’nin yanına doğru yol aldılar. Romek ve Togre ise surlara varmışlardı. Bir evin yanına pusmuş vaziyette Ruga ile Marod’u beklemekteydiler. Romek, şehir kapısına bakıyor ve muhafızları dikkatle izliyordu. Aynı zamanda da mevcut planını aklından tekrar özetlemekteydi. Önce girişi tutan muhafızlar, ardından da şehir kapısını açan muhafızlar etkisiz hale getirilecekti. Son olarak da giriş-çıkış mekanizması hareket ettirilerek kale kapısı açılacak ve şehri terk edeceklerdi. Bunları düşündüğü sırada Ruga ve Marod da onların yanına vardılar.

-Romek.

+Ne çabuk?

*Biz acemi değiliz ki. Kalbimizi kırıyorsun.

+(Gülümseyerek)İyi iyi. Neyse, asıl meseleye dönelim. Geldiğinize göre artık planın son aşamasına geçebiliriz. Planı tekrarlıyorum. Aslında büyük bir şey yapacağımız söylenemez. Ama gürültüsüz bir şekilde çıkmamız için bu şart. Siz ikiniz önden hızlıca ilerleyip kapı muhafızlarını halledeceksiniz. Muhafızları hakladıktan sonra bana işaret edip durumu bildirin. Daha sonra ben geldiğimde siz kapıyı gözlerken, ben de hızlıca kapıyı açan kolun bulunduğu yere çıkıp oradakileri temizleyip kapıyı açacağım. O sırada siz hiç zaman kaybetmeden şu adamı da alıp şehirden çıkacaksınız.

-Sen?

+Beni beklemeyin. Zaten fazla geride kalmadan kısa sürede yetişirim.

*Pekâlâ. Hepimize bol şans o zaman.

Hızlıca bulundukları yerden ayrıldılar. Havanın da kararmış olması daha rahat hareket etmelerini sağlıyordu. Surlara yaslanarak akşam karanlığının da verdiği gizlemeyle ilerlemeye başladılar. Romek biraz daha yavaş ilerliyor ve Ruga ile Marod’un kapıya ulaşmasını gözlüyordu. İkisi de kapıya kısa sürede ulaştı. Kapı girişinde sadece iki muhafız vardı ve çevrede de kimse görünmüyordu. Fazla beklemeye gerek duymadılar, kapı girişindeki muhafızlara saldırdılar.

-Hey!

+Siz de kimsiniz? AHH!

Muhafızları alt etmeleri kısa sürmüştü. Etrafı tekrar kolaçan ettiler, sakin görünüyordu. Planın ikinci aşaması Romek’i ilgilendiriyordu. Ruga ve Marod girişin temiz olduğunu belli etmek için o’na işaret yapıyorlardı. Romek zaman kaybetmeden oraya ulaştı.

-Güzel. Etrafı iyice kollayın. Ruga, sen de şu adamı buraya getir. Kapıyı açmamla birlikte şehri terk edin.

+Peki.

Romek de zaman kaybetmeden kapı girişini kontrol eden bölüme doğru ilerledi. Orada da sadece iki muhafız vardı. İlerlemeye ihtiyaç duymadan yanında bulundurduğu bıçaklardan ikisini muhafızlara fırlattı. Muhafızlar saplanan bıçaklarla birlikte yere yığıldılar ve kısa sürede öldüler. Hızlıca kapı giriş-çıkışını kontrol eden mekanizmaya yönelen Romek, mekanizmayı hareket ettirmek için uğraş vermeye başladı. Basit bir iş değildi. Mekanizma oldukça ağır ve güç isteyen bir işleyişe sahipti. Daha fazla zorladı, hemen pes etmedi. Kolay değildi, iki kişinin yaptığını tek başına yapmaya çalışıyordu. Gücünü zorlamaya devam etti ama hala daha yeterince hareket ettiremiyordu. Tüm fiziksel çabasına rağmen yapamadı ve yoruldu. Bulunduğu yere bitkin bir halde oturdu. Tekrar denemeden önce kendini iyice toparlama çalıştı, derin bir nefes aldı, kollarını rahatlattı. Romek’in hala daha kapıyı açamamış oluşu aşağıda bekleyenleri de merak ettirmişti.

-Ters giden bir şey mi var?

+Bilmiyorum. Görünüşe göre daha çok bekleyeceğiz. Gidip şuna bir bakayım.

-İyi olur.

Marod, Romek’in yanına ulaştı. Romek’in mekanizma ile cebelleştiğini gören Marod hızlıca yanına koştu, ona yardım etmeye çalıştı.

-Kılıç kullanma konusunda iyi olabilirsin, ama bu meret güç isteyen bir şey anlaşılan.

+O zaman konuşma da yardım et haşmetlim.

-Aynı anda, hadi!

Marod’un da gelmesiyle mekanizma daha hızlı bir biçimde hareket ettiriliyor ve kapı yavaşça açılmaya başlıyordu. Tüm güçleriyle yüklenmeye devam ettiler. Kapı ardına kadar açılmakta ve daha çok ses çıkarmaktaydı. Bu durum tüm dikkatlerin buraya yönelmesine ve şehirdeki diğer muhafızların da buraya gelmelerine neden olabilirdi. Bu sırada kapı sonuna kadar açıldı.

-Uh! Bu ne böyle? Kapıyı açtık ama ben bittim.

+Hadi çabuk olun. Fazla vaktimiz olduğu söylenemez. Diğerleriyle birlikte Fisara’ya yol alın.

-Sen?

+Ben sizi kollayacağım. O yüzden size daha sonra varabilirim.

-Pekâlâ. Dikkatli ol kardeşim.

+Siz de. Yolunuz açık olsun.

*Hey! Acele edin, gelenler var!

+Kahretsin, Ruga bu. Hemen gidin. Ben size zaman kazandıracağım. Hadi, hadi!

Bir grup muhafız şehir kapısına doğru koşmaktaydılar. Anlaşılan o ki, kapıdan gelen sesler onların duyabileceği mesafeye kadar ulaşmıştı. Daha fazlası gelmeden şehirden ayrılmalıydılar. Marod’un da aşağı inmesiyle Ruga ve Togre ile birlikte çabucak kapıdan çıkıp, olabildiğince hızlı koşarak, karanlıkta izlerini kaybettirmeye çalıştılar.

Geride kalan Romek ise tüm cesaretiyle kapı girişinde muhafızları karşıladı. Vakit kazandırması için saldırmalıydı ve öyle de yapacaktı;

-Ufak bir pratiğe ne dersiniz?
 
Back
Top Bottom